ISSN    : 2587-0998
E-ISSN : 2587-1404
SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 34 (4)
Volume: 34  Issue: 4 - 2023
1.Front Matter

Pages I - VIII

RESEARCH ARTICLE
2.Diagnostic Approach to Solitary Pulmonary Nodules Discussed in Multidisciplinary Lung Cancer Council
Hasibe Çiğdem Erten, Erdem Emre Gülşen, Sevda Şener Cömert, Nesrin Kıral, Kadir Burak Özer, Recep Demirhan
doi: 10.14744/scie.2023.80269  Pages 295 - 300
GİRİŞ ve AMAÇ: Soliter akciğer nodülü (SPN) yönetiminde ana hedef malign lezyonları benign lezyonlardan ayırabilmektir. Çalışmamızda malignite şüphesiyle multidisipliner akciğer kanseri konseyimizde (MAKK) tartışılan ve cerrahi tedavi kararı verilen SPN’lerin izlem sonuçları, malignite oranları ve malignite için risk faktörlerini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Prospektif olarak planlanan çalışmamıza MAKK’ye cerrahi girişim önerisi ile çıkardığımız ve konseyde değerlendirerek cerrahi tanı ve tedavi kararı verdiğimiz olgular dahil edildi. Olguların demografik özellikleri, nodül boyutu, radyolojik özellikleri, yerleşimi, Pozitron Emisyon Tomografisi bulguları, bronkoskopi ve endobronşial ultrasonografi yapılıp yapılmadığı ve sonuçları, cerrahi öncesi takip süresi, tanı için yapılan girişimler ve sonuçları, yapılan cerrahi metodu ve final tanı kayıt altına alındı.
BULGULAR: Çalışmamızdaki 33 olgunun 10’u (%30.3) kadın, 23’ü (%69.7) erkek; yaş ortalamaları 60.2±7.9 (min: 42; maks: 77) yıl idi. SPN’nin ortalama çapı 16.5±6.3 (min: 7; maks: 30) mm ölçüldü. Yerleşimlerine bakıldığında %72.7’sinin üst loblarda yerleştiği görüldü. Nodüllerin %75.8’i solid özellikte olup, %39.4’ü spiküler konturlu, %33.3’ü lobüle konturlu idi. Nodüllerin %87.9’unda kalsifikasyon yoktu. PET-CT incelemesinde nodüllerin ortalama SUVmaks değeri 6.05±6.01 (min: 0; maks: 22) olarak ölçüldü ve 21 (%63.6) olgunun mediastinal lenf bezlerinde FDG tutulumu yoktu. 27 (%81.8) olguya tanısız olarak cerrahi girişim kararı verilmişti. Olguların %69.7’sinde final tanı malignite idi. Final tanı ile nodülün kenar özellikleri ve SUVmaks değeri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptandı (p=0.021, p=0.048).
TARTIŞMA ve SONUÇ: SPN erken evre primer akciğer kanserini temsil edebileceğinden SPN yönetiminde her hasta için risk faktörleri ve radyolojik özellikleri bireysel olarak değerlendirilmeli ve multidisipliner yaklaşımla karar alınmalıdır. Amaç, erken maligniteyi temsil eden nodülleri tespit ederken, hasta kaygısı ve kümülatif radyasyon maruziyeti dahil olmak üzere aşırı incelemenin sonuçlarını en aza indirmektir.
INTRODUCTION: The primary goal in solitary pulmonary nodule (SPN) management is to distinguish malignant lesions from benign ones. In our study, we aimed to evaluate the follow-up results, malignancy rates, and risk factors for malignancy of SPNs, which were discussed in our multidisciplinary lung cancer council (MLCC) with suspicion of malignancy and decided for surgical treatment.
METHODS: Cases that were decided for surgical diagnosis and treatment after evaluation in the council were included in our study, which was planned prospectively. Demographic features, nodulsize, radiological features, location, Positron Emission Tomography (PET) findings, whether bronchoscopy and endobronchial ultrasonography were performed and their results, duration of follow-up before surgery, interventions and their results made for diagnosis, surgical method performed, and the final diagnosis were recorded. Chi-square and Mann–Whitney U tests were used in statistical analysis.
RESULTS: Of the 33 cases in our study, 10 (30.3%) were female and 23 (69.7%) were male; the average age was 60.2±7.9 (min: 42;max: 77) years. The average diameter of SPN was measured as 16.5±6.3 (min: 7; max: 30) mm. When looking at their locations, it was seen that 72.7% were located in the upper lobes. 75.8% of the nodules were solid in character, 39.4% had spiculated contours, and 33.3% had lobulated contours. There was no calcification in 87.9% of the nodules. In the PET computed tomography examination, the average SUVmax value of nodules was measured as 6.05±6.01 (min: 0; max: 22), and there was no FDG uptake in the mediastinal lymph nodes of 21 (63.6%) cases. Surgical intervention was decided in 27 (81.8%) cases without a diagnosis. The final diagnosis was malignancy in 69.7% of cases. A statistically significant correlation was found between the final diagnosis and the edge features of the nodule and the SUVmax value (p=0.021, p=0.048, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Since SPN can represent early-stage primary lung cancer, risk factors and radiological features for each patient in SPN management should be individually assessed, and decisions should be made with a multidisciplinary approach. The aim is to minimize the outcomes of over-investigation, including patient anxiety and cumulative radiation exposure, while identifying nodules representing early malignancy.

3.Evaluation of Clinical and Radiological Results of the Perioperative and Postoperative Periods in the Endovascular Treatment of Vertebral Artery Stenosis
Ayşenur Önalan, Erdem Gürkaş
doi: 10.14744/scie.2023.59480  Pages 301 - 305
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, merkezimize başvuran ve medikal tedaviye yanıt vermeyen, semptomatik ciddi aterosklerotik vertebral arter hastalığı olan hastalarda endovasküler tedavinin sonuçlarını sunmak, güvenliliğini ve etkinliğini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Medikal tedavi altında geçici iskemik atak veya iskemik inme geçiren, semptomatik vertebral arter stenozuna bağlı endovasküler tedavi uygulanan hastalar geriye dönük olarak analiz edildi. Uygulanan endovasküler yöntemler tek başına anjiyoplasti, balona monteli stentleme ve anjiyoplasti ardından kendiliğinden genişleyen stent yerleştirilmesi olarak kaydedildi. İşlem sırasında stent içi tromboz, diseksiyon, kılavuz tel perforasyonu gibi perioperatif komplikasyonlar ve inme, geçici iskemik atak gibi işlem sonrası komplikasyonlar kaydedildi. Endovasküler tedavi yöntemleri, klinik ve radyolojik sonuçlar analiz edildi.
BULGULAR: Ocak 2020-Aralık 2022 tarihleri arasında V1 darlığı olan 6 hasta, V2 darlığı olan 2 hasta ve V4 darlığı olan 7 hasta olmak üzere toplam 15 hastaya endovasküler tedavi uygulandı. Başarılı stent yerleştirme oranı %100’dü (15/15). Bu hastaların 6’sına (%40) balon anjioplasti ardından balonla genişleyen stent, geri kalan 9 (%60) hastaya ise balon anjıoplasti ardından kendiliğinden genişleyen stent uygulandı. Ekstrakranial stent uygulanan hastaların hiçbirinde periprosedürel komplikasyon görülmedi. İntrakraniyal stentleme sırasında, bir hastada perforatör arterde diseksiyon ve bunun sonucunda tıkanma görülürken, başka bir hastada stent trombozu gelişti. Bu iki hastada komplikasyonlara bağlı iskemik inme gelişti ve hastanede yatış sırasında mortalite görüldü (2/15, %13). Hastaların ortanca takip süresi 15 aydı (çeyrekler arası aralık, 9-24). Modifiye Rankin Skorunda (mRS) 10 hastada iyileşme gözlenirken, 3 hastada değişiklik görülmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, optimal tıbbi tedaviye dirençli vertebral arter stenozu olan hastalarda endovasküler tedavinin güvenliğini ve potansiyel etkinliğini desteklemektedir. Özellikle ekstrakranial vertebral arter darlıklarında stentleme işlemi düşük komplikasyon oranları ile uygulanabilinir.
INTRODUCTION: The purpose of this study was to showcase the outcomes of endovascular treatment, assessing its safety and efficacy for patients with symptomatic severe atherosclerotic stenosis of the vertebral artery, who did not respond to medical management and were treated at our institution.
METHODS: We performed a retrospective analysis on patients who had suffered a transient ischemic attack or ischemic stroke and received endovascular treatment for symptomatic vertebral stenosis despite being under medical care. The endovascular techniques utilized were cataloged as angioplasty alone, balloon-mounted stenting, or angioplasty with subsequent self-expanding stent insertion. We recorded both peri-procedural complications, such as in-stent thrombosis, dissection, and guide wire perforation, as well as post-procedural complications, including stroke and transient ischemic attack. The study focused on analyzing the endovascular treatment methodologies alongside clinical and radiological outcomes.
RESULTS: From January 2020 to December 2022, 15 patients were treated, including 6 with V1 segment stenosis, 2 with V2, and 7 with V4 segment stenosis. The rate of successful stent placement was 100% (15 out of 15). Six patients (40%) received a balloon-expandable stent in addition to angioplasty, while the remaining nine (60%) were treated with a self-expanding stent following angioplasty. No peri-procedural complications were reported in patients who had extracranial stenting. However, during intracranial stenting, complications occurred in two cases: one patient had a dissection leading to occlusion of a perforator artery, and another experienced stent thrombosis. These complications resulted in ischemic strokes and subsequent mortality during hospitalization in two patients (13% of the cohort). The median follow-up duration was 15 months, with an interquartile range of 9 to 24 months. An improvement in the modified Rankin Score was noted in 10 patients, while no change was observed in 3 patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our findings advocate for the safety and probable efficacy of endovascular treatment in patients with vertebral artery stenosis who are non-responsive to optimal medical therapies. Stenting, particularly for extracranial vertebral artery stenosis, can be performed with a low rate of complications and is deemed safe.

4.The Effect of Gliclazide use on BDNF and NGF Levels in Rats with Diabetes Mellitus
Gül Şahika Gökdemir, Mukadder Baylan
doi: 10.14744/scie.2023.24445  Pages 306 - 311
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, ikinci kuşak bir sülfonilüre grubu olan gliklazidlerin nörodejenerasyon biyobelirteçleri olarak kabul edilen BDNF ve NGF plazma düzeyleri üzerindeki etkileri incelenecektir. Çalışmamızı tasarlarken, gliazidlerin olumlu nöronal etkileri olabileceğini varsaydık. Gliklazidin olası olumlu etkileri çalışmamızda değerlendirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada 21 adet erişkin erkek Wistar-Albino sıçan kullanıldı. Öneriler doğrultusunda ELISA kiti ile analiz edilerek serum BDNF ve NGF düzeyleri belirlendi.
BULGULAR: Glikazid verilen diabetik sıçanlarda ve ilaç verilmeyen diyabetik sıçanlarda BDNF düzeyi sağlıklı kontrol grubuna göre anlamlı olarak düşüktü (sırasıyla, p=0.017, p<0.001). Gliklazid verilen diyabetli sıçanların BDNF düzeyi, diabetli ve ilaç verilmeyen ratlara göre artış olmasına rağmen bu fark anlamlı değildi (p=0.107). Benzer şekilde, gliklazid verilen sıçanlarda (p=0.009) ve gliklazid verilmeyen diyabetik sıçanlarda (p=0.001) NGF seviyeleri sağlıklı kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşüktü. Diyabetik gruplar kendi aralarında karşılaştırıldığında gliyazid grubunda NGF düzeyi artmış olmakla birlikte bu fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0.638). CREB (p<0.001), c-FOS (p<0.001) ve DCX (p<0.001) düzeyleri diyabetik sıçanlarda daha düşük idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, diyabetik olmayan sağlıklı kontrol grubu sıçanlarda serum BDNF ve NGF düzeyleri diyabetik sıçanlara göre anlamlı olarak yüksekti. Nörodejenerasyonda artan BDNF ve NGF nörotrofinlerinin serum düzeyleri diyabetik sıçanlarda düşük görülürken gliklazid verilen diyabetik sıçanlarda bu düzeyin daha yüksek olduğu gözlendi.
INTRODUCTION: In this study, the effects of gliclazides, a second generation sulfonylurea group, on BDNF and NGF plasma levels, which are considered neurodegeneration biomarkers, will be examined. When designing our study, we assumed that gliazides might have positive neuronal effects. Thus, the possible positive effects of gliclazide will be emphasized in our study.
METHODS: In the experiment, 21 adult male Wistar-Albino rats were used. Serum BDNF and NGF levels were determined by analyzing with enzyme-linked immunosorbent assay kit in accordance with the recommendations.
RESULTS: BDNF levels were significantly lower in gliclazide-treated diabetic rats and non-medicated diabetic rats compared to the healthy control group (p=0.017, p<0.001, respectively). Although the BDNF level of rats with diabetes given gliclazide was increased compared to rats with and without diabetes, this difference was not significant (p=0.107). Similarly, NGF levels were significantly lower in rats given gliclazide (p=0.009) and diabetic rats not given gliclazide (p=0.001) compared to the healthy control group. When the diabetic groups were compared among themselves, although the NGF level was increased in the gliclazide group, this difference was not statistically significant (p=0.638). The differences between the groups were significant in cyclic AMP regulatory element binding (p<0.001), c-FOS (p<0.001), amyloid precursor protein (p<0.001), B-SECRETASE1 (p=0.004), and doublecortin (p<0.001) levels.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, serum BDNF and NGF levels were significantly higher in non-diabetic healthy control group rats than in diabetic rats. While low serum levels of BDNF and NGF neurotrophins, which increase in neurodegeneration, were observed in diabetic rats, this level was observed to be higher in diabetic rats given gliclazide.

5.Evaluation of the Clinical Characteristics of the Patients Admitted to the Emergency Department with the Symptoms or Suspicion of COVID-19
Sevde Şanal, Zeliha Tülek, Ecem Deniz Kırkpantur Taşçı, Erdal Yılmaz
doi: 10.14744/scie.2023.70493  Pages 312 - 319
GİRİŞ ve AMAÇ: Acil servisler, dünya çapında bir pandemi olarak ilan edilen COVID-19 enfeksiyonunun yönetiminde ilk adım olmuştur. Bu çalışma, COVID-19 enfeksiyonu şüphesi veya semptomları ile acil servise başvuran hastaların klinik özelliklerini belirlemeyi amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızın örneklemini Eylül-Aralık 2020 tarihleri arasında İstanbul’da üçüncü basamak bir hastanenin acil servisine COVID-19 semptomu veya şüphesi ile başvuran 18 yaş ve üzeri hastalar oluşturmuştur. RT-PCR test sonucu pozitif olan 500 hasta ile negatif olan 500 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların verileri hastanenin bilgi yönetim sistemi aracılığıyla retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: COVID-19 (-) hastaların yaş ortalaması (53.2±18.1) COVID-19 (+) (59.2±18.4) olanlara göre daha düşüktü (p=0.001). Cinsiyet (p=0.61) ve meslek (p=0.52) dağılımları her iki grupta benzerdi. COVID-19 (+) hastalarda nefes darlığı ile başvuru oranı (%37.6) COVID-19 (-) gruba (%22) göre daha yüksekti (p=0.001). Acil serviste ölçülen vücut sıcaklığı COVID-19 (+) hastalarda COVID-19 (-) hastalara göre daha yüksekti (p=0.04). SPO2 ortalaması COVID-19 (+) hastalarda (%92.3±9.6) COVID-19 (-) hastalara (%96.2±4.8) (p=0.001) göre daha düşük bulundu. Toraks BT’de buzlu cam opasitesi insidansı COVID-19 (+) hasta grubunda (%59.6) COVID-19 (-) hastalara (%47.5) göre daha yüksek bulundu (p=0.003).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada, acil servise başvuran hastalarda COVID-19 enfeksiyonunun klinik özellikleri literatür ile karşılaştırıldı. COVID-19 enfeksiyonu ile ilgili benzer çalışmaların yapılması mevcut literatürün güncellenmesi ve yeni verilerin eklenmesi açısından önemlidir. Salgının teşhis ve tedavi sürecini etkin bir şekilde yönetmek için daha kapsamlı çalışmalara ve kanıtlara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Emergency departments have been the first step in managing the COVID-19 infection, which has been declared a worldwide pandemic. This study aims to determine the clinical characteristics of patients admitted to the emergency department with the suspicion or symptoms of COVID-19 infection.
METHODS: The sample of our study consisted of patients aged 18 and over who were admitted to the emergency department of a tertiary hospital in Istanbul with symptoms or suspicion of COVID-19 between September and December 2020. Five hundred patients with positive RT-PCR test results and 500 patients with negative test results were included in the study. The patients’ data were retrieved retrospectively through the hospital’s information management system.
RESULTS: The mean age of patients with COVID -19 (-) (53.2±18.1) was lower than that of patients with COVID -19 (+) (59.2±18.4) (p=0.001). The distribution of sex (p=0.61) and occupation (p=0.52) was similar in both groups. The rate of presentation with dyspnea was higher in COVID -19 (+) patients (37.6%) than in the COVID -19 (-) group (22%) (p=0.001). Body temperature measured in the emergency department was higher in COVID -19 (+) patients than in COVID -19 (-) patients (p=0.04). Mean SPO2 was lower in COVID -19 (+) patients (92.3±9.6%) than in COVID -19 (-) patients (96.2±4.8%) (p=0.001). The incidence of ground-glass opacities in the thorax CT was higher (59.6%) in the COVID -19 (+) patient group than in the COVID -19 (-) (47.5%) patient group (p=0.003).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, the clinical features of COVID-19 infection in patients admitted to the emergency department were compared with the literature. Conducting similar studies on COVID-19 infection is essential to update the existing literature and add new data. More comprehensive studies and evidence are needed to effectively manage the diagnosis and treatment process of the epidemic.

6.Assessment of “Online Therapy” and “Telepsychiatry” Topics in the COVID-19 Pandemic Based on Google Trends Data
Mehmet Buğrahan Gürcan, Alperen Kılıç
doi: 10.14744/scie.2023.68725  Pages 320 - 325
GİRİŞ ve AMAÇ: Pandemi ilanıyla birlikte çok sayıda ülkenin kapandığı, şehirlerin karantina altına alındığı, zorunlu olmayan klinik görüşmelerin ertelendiği, sokağa çıkma yasağı olan bu dönemde sağlık hizmetlerinin sanal ortama kaymasının önemi arttı. Bu çalışmada, tele ruh sağlığı hizmetlerinden olan “telepsikiyatri” ve “online terapi” konularının Google Trends üzerinden erişilen arama hacimlerinin yorumlanarak toplumun sağlık arama davranışı ve tele ruh sağlığı hizmetlerine yönelik talebin yorumlanmasını amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Google Trends, insanların Google motorunda aradıkları göreli terim hacmini sağlayan, herkesin erişimine açık bir araçtır. Google Trends aracılığı ile telepsikiyatri (telepsychiatry) ve online terapi (online counselling) başlıkları olan iki konu üzerinde göreli arama hacimleri elde edildi. Arama başlıkları herhangi bir dilde bir grup terimi temsil etmesi sebebi ile konu olarak kullanıldı.
BULGULAR: Göreli arama hacimleri pandemi öncesi ve sonrası, online terapi ve telepsikiyatri olamak üzere değerlendirildi. Normal dağılıma uymayan göreli arama hacim karşılaştırmaları Mann-Whitney U testi ile karşılaştırıldı. Pandemi sonrası telepsikiyatri ve online terapiye yönelik arama hacmi pandemi öncesine göre anlamlı düzeyde artmıştır (p<0.05). Hem pandemi öncesi hem pandemi sonrası arama hacimleri karşılaştırıldığında online terapiye yönelik ilginin her iki dönemde telepsikiyatriye göre daha yüksek olduğu görüldü (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yasal, etik, teknik, teropatik ilişki ve profesyonellik ile ilgili sorunların aşılması halinde pandemi gibi halk sağlığı sorunlarda ve kişilerin geleneksel yöntemlerle ruh sağlığı desteği alamayacağı durumlarda tele ruh sağlığı hizmetlerine olan ilgisinin artabileceği söylenebilir.
INTRODUCTION: With the announcement of the pandemic, in the era of countries with lockdown, city quarantines, postponed non-obligatory clinical appointments, and curfew, the importance of the shift of health-care services to virtual environment increased. In this study, it was aimed to interpret the search volumes of “telepsychiatry” and “online therapy” topics, one of the telemental health services, based on Google Trends, to evaluate the health seeking behavior in society and the demand for telemental health services.
METHODS: Google Trends is a free to access tool that provides relative volume of the terms that people searched in Google engine. Relative Search Volumes on two topics, Telepsychiatry and Online Counseling, were obtained through Google Trends. Search titles are used as “topics” since they represent a group of terms in any language that Google trends covers.
RESULTS: Relative search results were evaluated as before and after the pandemic, online therapy and telepsychiatry. Comparisons that not normally distributed were assessed through Mann–Whitney U test. The search volume for telepsychiatry and online therapy after the pandemic increased significantly compared to before the pandemic (p<0.05). When search volumes in both before and after the pandemic were compared, interest to online therapy was superior than telepsychiatry in both periods (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It could be said that, in time periods like pandemics and the cases that people cannot reach conventional mental health support, if the issues in legal, ethical, technical, therapeutic relationship, and professionalism could be overcome, the interest in telemental health would increase.

7.Laparoscopic Management of Ureter Injury During Total Laparoscopic Hysterectomy
Emre Mat, Esra Keleş, Gazi Yıldız, Rezzan Berna Baki, Pınar Birol İlter, Mehmet Mete Kırlangıç, Alev Esercan, Ulaş Solmaz, Ayşenur Ezgi Aslan, Özgür Kartal, Ahmet Halil Sevinç
doi: 10.14744/scie.2023.33600  Pages 326 - 329
GİRİŞ ve AMAÇ: İyatrojenik üreter yaralanmaları, ciddi morbidite ve hatta ölüme yol açabilen pelvik ve vajinal cerrahilerin kritik sonuçlarıdır. Bu nedenle, bu çalışmanın amacı laparoskopik histerektomi (LH) sırasında üreter yaralanmalarının primer laparoskopik onarımının sonuçlarını değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kasım 2018 - Ekim 2021 tarihleri arasında LH uygulanan hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Üreter yaralanması olan tüm hastaların tıbbi kayıtları incelendi ve yaralanma nedenleri, insidansı, tedavisi ve takibi değerlendirildi.
BULGULAR: Laparoskopik cerrahi sırasında toplam beş hastada üreter yaralanması oldu. Tüm üreter yaralanmaları laparotomiye geçilmeden veya ilave trokar yerleştirilmeden aynı ameliyatta hemen onarıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Jinekolojik operasyonlar sırasında intraoperatif üriner sistem yaralanmasının tanımlanması, uygun ve acil onarımı sağlar. Çalışmanın sonucu, endoskopik cerrahide deneyimli jinekologların laparoskopi sırasında üreter yaralanmasını başarılı ve etkili bir şekilde yönetebileceğini gösterdi.
INTRODUCTION: Iatrogenic ureteral injuries are critical consequences of pelvic and vaginal surgeries that can lead to severe morbidity and even death. Therefore, the purpose of this study was to evaluate the outcomes of primary laparoscopic repair of ureteral injuries during laparoscopic hysterectomy (LH).
METHODS: Patients who underwent LH between November 2018 and October 2021 were evaluated retrospectively. Medical records of all patients with ureter injury were reviewed and their causes of injury, incidence, treatment and follow-up were evaluated.
RESULTS: A total of five patients had ureter injury during laparoscopic surgery. All ureter injuries immediately repaired during the same operation without conversion to laparotomy or additional trochar insertion.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Identification of intra-operative urinary tract injury during gynecological operations allows for appropriate and immediate repair. The result of the study showed that gynecologists experienced in endoscopic surgery can successfully and effectively managed ureteral injury during laparoscopy.

8.A Marker for Progression of Latent Tuberculosis Infection to Active Tuberculosis Infection in HIV Positive Individuals: CD4/CD8 Ratio
Bülent Kaya, Recep Demirhan
doi: 10.14744/scie.2023.53189  Pages 330 - 334
GİRİŞ ve AMAÇ: Hastanemizin Edinsel İmmunyetersizlik Virüsü (HIV) Polikliniği’nde takip edilen HIV pozitif hastalardaki latent tüberküloz enfeksiyonu’nun (LTBE) aktif tüberküloz (TB) enfeksiyonuna ilerlemesinde CD4 T lenfosit sayıları ve yüzdeleri ile CD4/CD8 oranlarının bir belirteç olarak kullanılabilirliklerini öğrenmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 530 HIV pozitif hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hastaların anti-HIV testi pozitif geldikten sonra “tüberkülin deri testi” (TDT) uygulandı. TDT ≤5 mm olan asemptomatik hastalar TB negatif, >5 mm olan hastalar LTBE, TDT sonucundan bağımsız olarak tüm semptomatik (ateş, öksürük, gece terlemesi, kilo kaybı) hastalar aktif TB enfeksiyonu olarak kabul edildi. CD4 sayıları ve yüzdeleri ile CD4/CD8 oranları hesaplanıp, bunlarla LTBE ve aktif TB enfeksiyonu arasındaki ilişki Mann-Whitney U testi ve bağımsız örneklem t-testi uygulanarak değerlendirildi.
BULGULAR: Belirtilen dönemde HIV Polikliniği’ne 530 hasta başvurdu. LTBE grubunda 43 (%8.11) hasta vardı, bunların 4’ü (%9.3) kadın, 39’u (%90.7) erkekti. Yedi (%16.3) hastada CD4 <200 mm³ iken, 36 (%83.7) hastada >200 mm³’tü. Ortalama CD4/CD8 oranı 0.55 (0.08-1.45) olarak bulundu. 21 (%3.96) hastada ateş, öksürük, gece terlemesi ve kilo kaybı semptomları vardı ve aktif TB enfeksiyonu tanısı aldı. Bu hastalardan 1’i (%4.8) kadın, 20’si (%95.2) erkek idi. Beş (%23.8) hastada CD4 <200 mm³ iken 16 (%76.2) hastada >200 mm³ idi. Ortalama CD4/CD8 oranı 0.38 (0.07-1.8) olarak saptandı. LTBE ile aktif TB enfeksiyonu arasındaki CD4 sayıları arasındaki fark anlamlı değildi fakat CD4/CD8 oranları arasındaki fark anlamlı bulundu (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: HIV ve TB ko-enfeksiyonunda oluşan immün bozukluk LTBE’nin aktifleşmesini kolaylaştırır. Risk belirteci olarak CD4 sayıları ve CD4 yüzdeleri anlamlı değilken, CD4/CD8 oranı anlamlı bulundu.
INTRODUCTION: We aimed to determine the utility of CD4 T lymphocyte counts and percentages and CD4/CD8 ratios as markers for the progression of latent tuberculosis infection (LTBI) to active tuberculosis (TB) infection in HIV-positive patients followed in the Acquired Immunodeficiency Virus (HIV) Polyclinic of our hospital.
METHODS: The files of 530 HIV-positive patients were retrospectively analyzed. “Tuberculin skin test” (TST) was applied after the anti-HIV test was positive. Asymptomatic patients with a TST ≤5 mm were considered TB negative, patients with a TST ≤5 mm were considered LTBI, and all symptomatic patients (fever, cough, night sweats, weight loss) regardless of TST result were considered as active TB infection. CD4 counts and percentages and CD4/CD8 ratios were calculated and the relationship between LTBI and active TB infection was evaluated using Mann-Whitney U test and independent sample t-test.
RESULTS: During the specified period, 530 patients were admitted to the HIV Outpatient Clinic. There were 43 (8.11%) patients in the LTBI group, of whom 4 (9.3%) were female and 39 (90.7%) were male. CD4 was <200 mm³ in 7 (16.3%) patients and >200 mm³ in 36 (83.7%) patients. The mean CD4/CD8 ratio was 0.55 (0.08-1.45). 21 (3.96%) patients had symptoms of fever, cough, night sweats and weight loss and were diagnosed with active TB infection. Among these patients, 1 (4.8%) was female and 20 (95.2%) were male. CD4 was <200 mm³ in 5 (23.8%) patients and >200 mm³ in 16 (76.2%) patients. The mean CD4/CD8 ratio was 0.38 (0.07-1.8). The difference in CD4 counts between patients with LTBI and active TB infection was not significant, but the difference in CD4/CD8 ratio was significant (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Immune dysfunction that occurs in HIV and TB co-infection facilitates the activation of LTBI. While CD4 counts and CD4 percentages were not significant as risk markers, CD4/CD8 ratio was found as significant.

9.Assessment of Cardiovascular Risk Parameters in Unipolar and Bipolar Depression
Burcu Kök Kendirlioğlu, Ayse Ece Buyuksandalyaci Tunc, Hidayet Ece Arat Celik, Esma Corekli Kaymakcı, Elif Sude Erturan, Şevin Demir, Suat Kucukgoncu
doi: 10.14744/scie.2023.22599  Pages 335 - 341
GİRİŞ ve AMAÇ: Unipolar depresyon (UD) ve bipolar bozukluk - depresif dönem (BB-d) hastalarında erken kardiyovasküler hastalık (KVH) oluştuğuna dair güçlü kanıtlar vardır. Bu çalışmanın amacı, UD ve BD-d’de plazma aterojenik indeks (AIP), aterojenik katsayı (AC), Castelli risk indeksi I-II (CRI-I ve II) ve yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) ile ilişkili oranları değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif ve gözlemsel olarak tasarlanan bu çalışmaya 128 UD hastası, 184 sağlıklı kontrol grubu ve 34 BB-d hastası dahil edildi. AIP [log (TG/HDL)], AC [(TC-HDL)/HDL], CRI-I (TC/HDL) ve II (LDL/HDL), MHR (monosit/HDL), NHR (nötrofil/HDL), PHR (trombosit/HDL) ve LHR (lenfosit/HDL) değerleri hesaplandı. Yaş ve cinsiyete göre düzenlenmiş ortalamalar için ANCOVA kullanıldı.
BULGULAR: Açlık glukozu (FG) (p=0.016), LDL (p=0.004), HDL (p<0.001), TG (p<0.001), TC (p=0.01), AIP (p<0.001), CRI-I (p=0.038), AC (p=0.038), NHR (p<0.001), MHR (p=0.007), LHR (p<0.001), PHR (p<0.001) değerleri arasında üç grup arasında anlamlı farklılık bulunmuştur. Bonferroni düzeltmesinden sonra, CRI-I ve AC’deki farklılıklar kaybolmuştur. Tüm bu metabolik parametreler hastalığın süresi ile korele idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Depresif epizodun tanısı, takibi ve tedavisi sırasında anormal metabolik parametrelerin yönetimi planlanmalıdır. AIP’nin ve NHR’ nin özellikle kronik ve yanıtsız süreçlerde değerlendirilmesi her iki bozuklukta da yararlı olabilir. Gelecekteki çalışmalarda, prospektif olarak tasarlanmış, hastalığın ciddiyetini izleyen, katılımcıların KVH risk parametrelerini ve tedavilerini değerlendiren geniş ölçekli çalışmaların yapılması önerilmektedir.
INTRODUCTION: There is strong evidence that excess and early cardiovascular disease (CVD) occurs in patients with unipolar depression (UD) and bipolar disorder - depressive episode (BD-d). The aim of this study is to evaluate plasma atherogenic index (AIP), atherogenic coefficient (AC), Castelli risk index I-II (CRI-I and II) and high-density lipoprotein (HDL) related ratios in UD, BD-d and HC.
METHODS: The present study was designed as a retrospective and observational study. This study included 128 patients with UD, 184 individuals as a healthy control group and 34 patients with BD-d. AIP [log (TG/HDL)], AC [(TC-HDL)/HDL], CRI-I (TC/HDL) and II (LDL/HDL), MHR (monocyte/HDL), NHR (neutrophil/HDL), PHR (platelet/HDL) and LHR (lymphocyte/HDL) were calculated in these three groups. ANCOVA was used for age- and sex- adjusted means.
RESULTS: There were significant differences in fasting glucose (FG) (p=0.016), LDL (p=0.004), HDL (p<0.001), TG (p<0.001), TC (p=0.01), AIP (p<0.001), NHR (p<0.001), MHR (p=0.007), LHR (p<0.001), PHR (p<0.001) between three groups. All these metabolic parameters were correlated with duration of disorder.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Along with the care of a depressive episode, the management of abnormal metabolic parameters should be planned during diagnosis, follow-up, and treatment. Assessment of AIP and NHR, especially in chronic and unresponsive processes, may be useful in both disorders. In future studies, it is recommended to conduct large-scale studies that are prospectively designed, that monitor the severity of the disease, and that evaluate the CVD risk parameters and treatment of the participants.

10.Comparison of Psychological and Pharmacological Premedication by Assessing Preoperative Anxiety Level in Patients Scheduled for Elective Operation
Sultan Şıvğın Til, Erol Gökel, Volkan Hancı, Elvan Sahin, Tunç Alkın, Hülya Ellidokuz
doi: 10.14744/scie.2023.46503  Pages 342 - 349
GİRİŞ ve AMAÇ: Anestezi hekiminin yaptığı özel bilgilendirme ile oral diazepam premedikasyonunun, elektif cerrahi hastalarında anksiyete düzeyine etkisini karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Üniversite hastanesi, kadın hastalıkları ve doğum servisinde operasyonu planlanan, 20–65 yaşlarındaki, ASAI-II, 90 hasta çalışmaya alındı. Operasyondan bir gün önce tüm hastaların STAI anketi ile anksiyete düzeyleri ölçüldü. Hastalar üç gruba ayrıldı. Anket uygulamasından sonra bir grup hastaya (GrupP), anestezi uygulamasında bulunacak anestezi hekimi tarafından ayrıntılı özel bilgilendirme yapıldı. Bir grup hastaya (GrupPh) ameliyathaneye gelmelerinden önce oral diazepam verildi. Kontrol grubu (GrupC) hastalarına anket uygulamasından sonar sadece rutin preoperatif vizit yapıldı. Ameliyathaneye getirildikten sonra tüm hastalara tekrar STAI anketi uygulandı.
BULGULAR: Üç grubun tüm hastalarının operasyondan bir gün önce ölçülen durumluk anksiyete medyan değeri 48 (23-70), süreklilik anksiyete medyan değeri 44 (31-67), VAS medyan değeri 50 (0-100) olarak saptandı. GrupP hastalarının bilgilendirmeden sonraki anksiyete skorları anlamlı olarak daha düşüktü (p<0.001). GrupPh hastalarının Diazepam verildikten sonraki anksiyete skorunun anlamlı olarak daha düşük olduğu görüldü (p<0.001). Operasyon günü ameliyattan hemen önce ölçülen anksiyete skoru, GrupP ve GrupPh hastalarında GrupC hastalarına göre anlamlı olarak daha düşüktü (sırasıyla, p=0.023, p=0.007). GrupP ve GrupPh hastalarının anksiyete skorları arasında anlamlı bir fark saptanmadı (p=0.750).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Preoperatif anksiyeteyi azaltmada hastalara ayrılan sürenin efektif olarak kullanılmasının ve anestezi uygulayacak hekim tarafından yapılan bilgilendirmenin, ilaçla yapılan premedikasyon kadar etkili olduğu gösterildi.
INTRODUCTION: This study aimed to compare the effectiveness of preoperative information and sedative premedication for decreasing preoperative anxiety of patients scheduled for elective surgery.
METHODS: ASAI-II, aged 20–65 years, 90 patients who were scheduled for surgery in a University Hospital, Gynaecology and Obstetrics Service were included in the study. Anxiety levels of all patients were measured with the STAI questionnaire one day before the operation. The patients were divided into three groups. After the questionnaire, detailed private information was given to a group of patients (GroupP) by the anaesthesiologist who will perform the anaesthesia. Oral diazepam was given to a group of patients (GroupPh) before they came to the operating room. Routine preoperative visits were made to the patients in the control group (GroupC) after applying the questionnaire. After they were brought to the operating room, the STAI questionnaire was applied to all patients again before the surgery.
RESULTS: Median State anxiety was 48 (23-70), median Trait anxiety was 44 (31-67) and median VAS was 50 (0-100) in all patients.After preoperative information, the state anxiety was lower significantly in GroupP (p<0.001).After diazepam, the state anxiety was lower significantly in Group Ph (p<0.001).The median state anxiety of GroupP and GroupPh that were assessed just before the surgery was lower than GroupC (p=023, p=0.007). There was no significant difference between the state anxiety of GroupP and GroupPh after the intervention (p=0.750).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It has been shown that effective use of the time allocated to patients and informing by the anaesthesiologist who will perform the anaesthesia in reducing preoperative anxiety is as effective as drug-induced premedication.

11.Proliferative Effect of Erythropoietin on Endometrium of Postmenopausal Chronic Kidney Disease Patients
Mehmet Akıf Sargın, Pınar Birol İlter, Murat Yassa, Ali İlter, Mahmut Yassa, Elif Ari, Niyazi Tug
doi: 10.14744/scie.2023.57060  Pages 350 - 353
GİRİŞ ve AMAÇ: Eritropoietin (EPO), hematopoezi düzenlemenin yanı sıra insan endometriyumu da dahil olmak üzere çeşitli dokularda rol oynayan glikoprotein bir hormondur. Rekombinant EPO, kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda anemi tedavisi için yaygın olarak kullanılmaktadır. Rekombinant EPO’nun kronik böbrek yetmezliği olan postmenapozal kadınların endometriumu üzerindeki etkisi, bu çalışmanın amacı olarak belirlendi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Prospektif olarak tasarlanmış bu çalışmaya Şubat 2017- Ocak 2018 tarihleri arasında üçüncü basamak bir merkezin nefroloji kliniğinde renal sorunları nedeniyle eritropoetin tedavisi planlanan, histerektomi yapılmamış postmenopozal kadınlar dahil edildi. İlk EPO enjeksiyonlarından önce (0. gün) ve sonraki 3., 30. ve 90. günlerde transvajinal ultrasonografi ile endometrial kalınlık ölçümleri yapıldı.
BULGULAR: 62.290±8.410 IU EPO alan 14 hastanın transvajinal endometriyal kalınlık ölçümleri 0. gün: 2.98±1.07, 3. gün: 5.01±1.51, 30. gün: 4.41±2.01 ve 90. gün: 3.79±1.42 idi. 3. ve 30. gün ziyaretlerinde endometriyal kalınlıkların bazal ölçümlere göre anlamlı olarak yüksek olduğu ve 90. günde kademeli olarak azaldığı görüldü (Tekrarlanan ölçümler varyans analizi, post-hoc Tuckey’s test, p<0.01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, kısa süreli rekombinant EPO tedavisi menopoz sonrası endometrium üzerinde geri dönüşümlü bir proliferatif etkiye sahiptir. Bu çalışmada, EPO’nun kısa vadede geri dönüşümlü proliferatif etkisi gözlenmiş ve bir hastada benign endometrial polip gelişmiştir. Daha büyük prospektif çalışmalar, kronik EPO tedavisi alan hastalarda neoplazi riskine cevap verebilir. Çalışmamız EPO tedavisi alan hastalar hakkında farkındalık yaratarak endometrial hiperplazi veya neoplazinin erken tanısına katkı sağlayabilir.
INTRODUCTION: A glycoprotein hormone called erythropoietin (EPO) regulates hematopoiesis, but also affects many other tissues, such as the human endometrium. Patients with chronic kidney disease (CKD) are frequently treated for anemia using recombinant EPO. The aim of this preliminary study was to evaluate the impact of recombinant EPO on the postmenopausal endometrium of individuals with CKD.
METHODS: This prospectively designed study, non-hysterectomized postmenopausal women who were scheduled for Epoetin alpha treatment for their renal conditions in a nephrology clinic of a tertiary centre were included to the study between February 2017 and January 2018. To assess endometrial thickness measurements by transvaginal ultrasonography before (day 0) and at the 3rd, 30th and 90th days after the first EPO injections.
RESULTS: Endometrial thicknessess of the study participants who received EPO (50-150 IU/kg/week) were 2.98±1.07 mm at day 0, 5.01±1.51 mm at day 3, 4.41±2.01 mm at day 30, and 3.79±1.42 mm at day 90. Endometrial thicknessess were significantly higher at 3rd and 30th day visits, when compared to the basal measurements and declined gradually at the 90th day (Repeated measures analysis of variance, post-hoc Tuckey’s test, p<0.01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Short term recombinant EPO treatment has a reversible proliferative effect on postmenopausal endometrium. In this study, short term reversible proliferative effect of EPO was observed and in one patient a benign endometrial polyp developed. Larger prospective studies could answer the risk of neoplasia in patients on chronic EPO treatment. Our study may contribute to the early diagnosis of endometrial hyperplasia or neoplasia by raising awareness about patients receiving EPO treatment.

12.The Relationship between 3 Dimensional Measurement Ratios of Solid Thyroid Nodules and Thyroid Papillary Carsinoma: A Retrospective Cohort Study
Nuri Havan, Mesut Özgökçe, Ramazan Çelik, Umut Özdamarlar, Sercan Özkaçmaz, Fatma Durmaz, Muhammed Bilal Akıncı
doi: 10.14744/scie.2023.04207  Pages 354 - 357
GİRİŞ ve AMAÇ: Ultrason ile kraniokaudal, anteroposterior ve mediolateral ölçümlerin birbirine oranlarının, tiroid papiller karsinomu tanısında yararlı olup olmadığını araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya, tru-cut ince iğne biyopsisi sonrası histopatolojik inceleme ile tanı konulan, ultrasonografide solid tiroid nodülü saptanan hastalar alındı. Her üç boyutun da birbirine oranları kaydedilerek değerlendirildi.
BULGULAR: Yaş ortalaması 44.49±14.54 olan toplam 173 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya alınan hastaların 137’si (%79.19) kadın, 38’i (%20.81) erkekti. Anteroposterior-mediolateral oran (p=0.016) ve kraniokaudal-mediolateral oran tiroid papiller karsinom grubu ile benign nodül grupları arasında anlamlı fark gösterdi. Ayrıca 0.7 AP/ML oranı kestirim değeri, sırasıyla 0.667 ve 0.45 duyarlılık ve özgüllük gösterdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: AP/ML oranı, artmış tiroid papiller karsinom riski ile ilişki göstermektedir. CC/ML ayrıca artmış risk ile ilişkilidir. Bu oranlar da tanısal birer araç olarak klinik pratiğe katkı sunabilir.
INTRODUCTION: We aimed to investigate whether the ratios of craniocaudal (CC), anteroposterior (AP), and mediolateral (ML) measurements to each other are useful in diagnosing thyroid papillary carcinoma by ultrasound.
METHODS: The patients who have a solid thyroid nodule on ultrasonography which were diagnosed by a histopathological examination after a trucut fine needle biopsy were included in this study. Proportions of all three dimensions to one another were recorded.
RESULTS: A total of 173 patients with a mean age of 44.49±14.54 years were included. Of the patients included in the study, 137 (79.19%) were female and 38 (20.81%) were male. AP/ML ratio (p=0.016) and CC/ML ratio showed a significant difference between thyroid papillary carcinoma group and benign nodule groups. Furthermore, a cut-off value of 0.7 AP/ML ratio showed sensitivity and specificity of 0.667 and 0.45, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: AP/ML ratio shows association with increased thyroid papillary carcinoma risk. CC/ML is also associated with increased risk. These rates may also contribute to clinical practice as a diagnostic tool.

13.The Role of Donors’ Psychological Status and Given Structured Information in Increasing Convalescent Plasma Procurement
Arda Kazim Demirkan, Sude Hatun Aktimur, Necla Gökçe Genç, Ahmet Şen
doi: 10.14744/scie.2022.57983  Pages 358 - 364
GİRİŞ ve AMAÇ: Son çalışmalardan elde edilen umut verici raporlar, tedavide yardımcı bir alternatif olarak konvalesan plazmanın etkisini göstermiştir. Çalışmamızın amacı, olası plazma bağışçılarının, konvalesan plazma bağışı konusunda mevcut bilgi düzeylerini, psikometrik özelliklerini ve yapılandırılmış bilgiler verildikten sonra bağışçı olma eğilimlerinin değişimini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Dört yüz plazma bağışçısı adayı mevcut bilgi düzeyleri, kaygı, depresyon ve sağlık kaygısı puanları açısından değerlendirildi. Yapılandırılmış bilgilerden önce ve sonra gönüllü plazma bağışçısı olma eğilimleri anketlerle değerlendirildi.
BULGULAR: Daha az eğitimli veya eğitimsiz katılımcılarda, doğru bilgi plazma bağışçısı olma kararını eğitimli kişilere göre daha fazla değiştirmiş ve eğitim düzeyleri arasındaki istatistiksel fark yeterli bilgi ile neredeyse ortadan kalkmıştır (0.006’ya karşı 0.037, p değerleri). Ayrıca, önceden kan bağışı yapmış olmak veya daha önce kan ürünlerine ihtiyaç duymak, yeterli bilgiye bakılmaksızın plazma bağışçısı gönüllüsü olmak için önemli faktörlerdir. Verilen yapılandırılmış bilgilerden sonra katılımcıların psikolojik durumlarının plazma bağış eğilimleri üzerinde herhangi bir etkisinin olmadığı gözlemlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Doğru bilgi verildikten sonra bireylerin psikolojik durumları ve eğitim durumları ne olursa olsun bireyler arasındaki yatkınlık farklılıklarının ortadan kalktığı gözlemlenmiştir. Ayrıca, bu çalışmada önceki kan bağışı öyküsünün plazma bağışçısı olmak için öngörücü bir faktör olduğu sonucuna ulaşılmıştır; bu nedenle, uzun vadede kan bağışını teşvik etmeye yönelik müdahaleler, akut durumlarda plazma bağışı arzını artırmak için etkili bir yaklaşım olarak görülmektedir. Çalışmamızın sonuçları, kısa ve uzun vadede plazma bağışını artırmak için bireyleri ve toplumu bilgilendirmenin temel yaklaşımlardan biri olduğunu vurgulamaktadır.
INTRODUCTION: Promising reports from recent studies show the effect of convalescent plasma as an adjunct alternative in treatment. The subject of our study is evaluating the current knowledge level about convalescent plasma donation and psychometric properties of possible plasma donors and their change of tendency toward being donors after receiving structured information.
METHODS: Four hundred plasma donor candidates were assessed for their current knowledge level, anxiety, depression, and health anxiety scores. Their tendency to be voluntary plasma donors before and after structured information was evaluated with surveys.
RESULTS: In participants who are undereducated or uneducated, correct information changed the decision of being a plasma donor more than educated persons, and the statistical difference between donors that have different education levels nearly disappeared with sufficient knowledge (0.006 vs. 0.037, p values). Furthermore, the previous blood donation or need for blood products in the past was important factors to be a plasma donor volunteer, regardless of sufficient information. After the structured information given, it was observed that the psychological states of the participants had no effect on plasma donation tendencies.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was observed that after the correct information, the dispositional differences between the individuals disappeared, regardless of the psychological and educational status of the individuals. Furthermore, this study suggests that the previous blood donation history is a predictive factor for being a plasma donor; so, interventions to encourage blood donation are seen as an effective approach for the long-term to increase plasma donation supply in acute situations. The results of our study emphasize that informing individuals and society is one of the basic approaches to increase plasma donation in the short- and long-term.

14.Factors Affecting Survival in Early-Stage Lung Cancer other than Subtype and Stage
Berk Cimenoglu, Salih Duman, Suat Erus, Berker Ozkan, Murat Kara, Recep Demirhan, Alper Toker
doi: 10.14744/scie.2023.45577  Pages 365 - 370
GİRİŞ ve AMAÇ: Akciğer kanserinde sağ kalımı etkileyen temel faktörlerin histopatolojik alt tip ve evre olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada torakoskopik anatomik rezeksiyonla tedavi edilen erken evre akciğer kanserinde uzun dönem sonuçları etkileyen faktörleri ortaya çıkarmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma 2006-2018 yılları arasında gerçekleştirildi. Torakoskopik anatomik rezeksiyon uygulanan toplam 204 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Ameliyat öncesi, ameliyat sırası ve ameliyat sonrası parametreler değerlendirilerek sağ kalıma etkileri analiz edildi. Ameliyat öncesi parametreler, yaş, cinsiyet ve solunum fonksiyon testleri – akciğerlerin karbon monoksit (DLCO) kapasitesi idi. Perioperatif parametreler anatomik rezeksiyon tipi ve açık torakotomiye geçiş idi. Ameliyat sonrası parametreler majör ve minör komplikasyonlar, hastanede kalış süresi idi.
BULGULAR: Çalışmaya toplam 204 hasta dahil edildi. Hastaların 5 yıllık sağkalımı %76,5 idi. 65 yaşlında veya daha genç olan hataların sağkalımları daha iyi bulundu (%80.6 ve %67.7, p=0.008). DLCO değeri %80’in üzerinde olan hastaların 5 yıllık sağ kalımı %83,2 iken, DLCO değeri %80’e eşit veya daha düşük olan hastaların 5 yıllık sağ kalımı %51,1 olarak tespit edildi (p=0.001). Hastanede 4 gün veya daha az kalış, daha iyi 5 yıllık sağkalım ile ilişkili olduğu görüldü (%86 ve %69, p=0.017).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda yaş, ameliyat öncesi DLCO değeri, hastanede kalış süresi, ameliyat sonrası komplikasyon gelişiminin sağkalım üzerinde istatistiksel olarak anlamlı olduğu belirlendi. Ancak açık torakotomiye geçiş ve segmentektomi-lobektomi arasındaki farkın sağkalım üzerine spesifik bir etkisi olmadığı görüldü.
INTRODUCTION: Main factors affecting survival in lung cancer are known to be histopathological subtype and stage. In this study, we aimed to uncover factors affecting long-term outcomes in early-stage lung cancer treated with thoracoscopic anatomical resection.
METHODS: The study took place between 2006 and 2018. A total of 204 patients who underwent thoracoscopic anatomical resection were evaluated retrospectively. Preoperative, perioperative, and postoperative parameters were evaluated, and their influence on survival was analyzed. Preoperative parameters, age, gender, and respiratory function tests — diffusing capacity of the lungs for carbon monoxide (DLCO) — are evaluated. Perioperative parameters included the type of anatomical resection and conversion to open thoracotomy. Postoperative parameters included major and minor complications, duration of hospital stay.
RESULTS: A total of 204 patients were included in the study. The 5-year survival rate was 76.5%. Age 65 or younger is related to better 5-year survival (80.6% vs. 67.7%, p=0.008). Five-year survival of patients with a DLCO value greater than 80% is 83.2%, and it is 51.1% for a DLCO value equal to or lower than 80% (p=0.001). Hospital stay for 4 days or less is related to better 5-year survival (86% vs 69%, p=0.017).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, it was determined that age, preoperative DLCO value, duration of hospital stay, and postoperative complication development were statistically significant in survival. However, conversion to open thoracotomy and the difference between segmentectomy and lobectomy did not have a specific effect on survival.

CASE REPORT
15.McLeod Syndrome – A Rare Seen Chorea Etiology with Different Mutations
Fatma Gülhan Şahbaz, İlknur Güçlü Altun, Afra Celik, Bekir Enes Demiryurek, Banu Özen Barut
doi: 10.14744/scie.2023.79745  Pages 371 - 373
McLeod sendromu koreye sebep olan nadir görülen bir hastalıktır. Kore, epilepsi ve kardiyak sorunları olan bir hasta genellikle nöroakantositoz sendromunu düşündürür ve kesin tanı ayrıntılı bir genetik incelemeye bağlıdır. Biz burada, daha sonra koreiform hareketler ve tikler geliştiren, yürüme güçlüğü olan ve bu sebeplerle sosyal problemler yaşayan 57 ve 39 yaşındaki erkek hastaları sunuyoruz. Periferik yayma incelemesinde görülen akantositoz ve genetik incelemede tespit edilen yeni ve nokta mutasyon sonucunda hastalara McLeod sendromu tanısı konulmuştur.
McLeod syndrome is a rare seen chorea etiology. A patient with chorea, epilepsy and cardiac problems usually suggests a neuroachantocytosis syndrome and the definite diagnosis depends on a detailed genetic investigation. Here we report 57 and 39 years old males who developed choreiform movements and tics afterwards, causing social disturbances and walking difficulty. Depending on the acanthocytosis seen on peripheral blood smear and genetic investigation, the patients has been diagnosed as McLeod syndrome with a novel and point mutations.

16.A Rare Pediatric Tumor of the Posterior Mediastinum: Ganglioneuroblastoma
Attila Ozdemir, Selime Kahraman, Recep Demirhan
doi: 10.14744/scie.2023.01069  Pages 374 - 376
Ganglionöroblastoma, posterior mediastende yerleşimli çocukluk döneminin nadir görülen malign bir tümörüdür. Yürüme güçlüğü ile hastanemize başvuran 4 yaşındaki kız çocuğunda posterior mediasten yerleşimli spinal kanal içine uzanan dev kitle lezyon izlendi. Beyin cerrahisi ve göğüs cerrahisini ortak operasyonu ile kitle total eksize edildi. Ameliyat sonrası hasta yürüme fonksiyonlarını tekrar kazandı.
Ganglioneuroblastoma is a rare malignant pediatric tumor located in the posterior mediastinum. A giant mass lesion located in the posterior mediastinum and extending into the spinal canal was observed in a 4-year-old girl admitted to our hospital with walking difficulties. The mass was completely excised with a joint operation of neurosurgery and thoracic surgery. After the operation, the patient regained walking functions.

17.A Rare Case of Severe Metabolic Acidosis Caused by Toluene Abuse
Cem Ata Türkyılmaz, Oğuzhan Gelir, Dilara Özmen, Avni Uygar Seyhan
doi: 10.14744/scie.2023.93585  Pages 377 - 379
Toluen, birçok endüstride organik bileşikler üretmek için hammadde olarak kullanılan ve çeşitli ürünlerin yapımında kullanılan bir çözücüdür. Toluen ile temasa geçmek hem kazara hem de kasıtlı olabilir. Toluen ve yan ürünleri ile hem kasıtlı hem de kazara zehirlenme, başta kardiyopulmoner sistem olmak üzere tüm sistemlerde toksik olabilir. Toluenin kasıtlı kullanımı, öfori de dahil olmak üzere psikoaktif sonuçlara neden olur ve bu da onu birçok ülkede her yaştan insan arasında en yaygın olarak solunan uçucu ilaç haline getirir. Toluen zehirlenmesinin en yaygın komplikasyonu renal tübüler asidozdur. Bu durumda hastanemiz acil servisine başvuran 38 yaşındaki hastanın raporu tartışılacaktır.
Toluene is a solvent used in various industries as a raw material to produce organic compounds and in the manufacture of diverse products. Contact with toluene can occur both accidentally and intentionally. Intoxication with toluene and its by-products, whether intentional or accidental, can be toxic to all systems, with the cardio-pulmonary system being primarily affected. The intentional use of toluene leads to psychoactive effects, including euphoria, which makes it the most widely inhaled volatile drug among all age groups in many countries. Renal tubular acidosis is the most common complication arising from toluene intoxication. This case report will discuss a 38-year-old patient who was admitted to the emergency service of our hospital.

LookUs & Online Makale